Cuma, Ekim 31, 2008

Salvador Dali

sanat aşkı buna denir....:))

pazar günü istanbul gerçekden sular altındaydı.. böyle bir yağmuru yıllar var görmedim..

bu hava koşullarına rağmen , ısrarla , inatla yaptığımız programdan dönmedik.. ama belli ki birçokları da dönmemişti... çünkü böyle bir havada uzun kuyruklar vardı girişde...
sanata gösterilen bu ilgi içimi ısıttı..


sahilden müzeye kadar bilmem kaç merdiven çıkmış, kuyrukda beklemiş, nihayet içeri girebilmiş ,şu sudan çıkmış balığa dönmüşlerin haline baksanıza..:)

baştan başlayayım, sabah kahvaltıya lilliputa gittik.. canım arkadaşımın bebekdeki cafesi... enfes bir sofra, sadece bize ait gözetmen ablalar, sohbet muhabbet derken, aslında randevuyla kahvaltıya müşteri kabul eden mekana ayağımızı sürüdük ve spontan anne babalar geldi... onlar misafirleriyle ilgilenmek zorunda kalınca,

biz de onların kızını da alıp , soluğu sabancı müzesinde aldık.. salvador dali sergisine gittik...

resimden çok anlamam, çiz desen başı sonu belli bir resim çıkarmı emin değilim, ama emekden anlarım...

1904-1986 arası dünyadaki gelişimler ve bu paralelde salvador dalinin hayatı, sürrealist akımdaki ilerlemeler, değişiklikler vs. o kadar kronolojik ve keyifli anlatılmış ki... bayıldım.. resimlerin altındaki numaraları girip, resimin detayını dinleyebildiğiniz kulaklar da çok keyifli...

herşey iyi de...

çocukla böyle bir etkinliğe gitmek çok iyi fikir değil..:)))

her ne kadar uyumlu da olsalar, bir yerden sonra koptular...

niye zorladım, çünkü o benden daha iyi anlasın istiyorum sanatın her türünü, sanatcı ruhu olsun istiyorum oğlumda, hiçbir şey olmasa da emekden anlasın, kıymet bilsin istiyorum...

bunun için çekmediğim kalmıyor ama yine de bildiğim yoldan dönmüyorum...

değişik bir sorumluluk projesi

3 gün boyunca bir çiğ yumurtayı okula götürüp, getirdi...

nasıl götüreceğini kendi tespit etti.. tabi yardım ettik.. ama direk söylemedik.. önerdiklerinin eksilerini soru cevap yöntemiyle buldurduk.. derken ortaya bu çıktı....

hergün öğretmeni ve ben sağlam teslim aldığımıza dair paraf attık yumurtanın üstüne...

kaybedenler oyundan çıktı.. yerine yeni yumurta konmadı..evde unutanlar da çıktı...

kaybedenlere katılım sertifikası, kazananlara başarı sertifikası verildi...




paraflar tamam, başarı sertifikamız buzdolabımızın üzerinde asılı...

ama sertifikadan pek bişey anlamayan eren , daha somut bir ödül istedi... çarşamba günü kitapcıda aldık soluğu..

mozart, bach, vivaldi kitaplarından seçti kendine, çok beğendik, bir kendine bir de doğumgünü olan arkadaşına...

çocuk istismarı!!!

hazır bela demişken, bu sefer annemi dinleyemeyeceğim, kusura bakmasın....

senin ve senin , Allah cezanı bu dünyada versin, biz de görelim... gözlerimiz açık gitmesin!!

sinirim zıpladı!

HATİCE ASLAN : ERKEĞİN BİR KARISI BİRDE YATTIĞI BAŞKA BİR KADINI OLMALI


tam diyorsun ki, yıllarca uğraşmış didinmiş, sonunda hakettiği yere gelmiş, bir de hemcinsin, bir de Cannes da kırmızı halıda yürümüş, türk kadınını temsil etmiş, alkışlıyorsun...

derken... tabi bu kadar yıl magazin kameralarından uzak yaşarken, akıllı, kültürlü görünen kadın, kameraların ışığını gördü mü sapıtıyor da sapıtıyor... artık o ışık ne menem bişey ise, tam başka yöne dönecekken kaybetmemek için sapırlanıyor, saçmalanıyor.. önce sözlerde başlayan bu çırpınışlar, belli ki, bir müddet sonra, göbek göğüs,kalça şova bile dönebiliyor... aman o ışık o böceğin üzerinden hiiiiç başka biryere dönmesin.....

bir de merak ediyorum...

yatılandan mı seçilirdim, konuşulandan mı?

diyelim yatılandan seçildim... benim kafanın da çalışacağı tuttu, adamın en ilgili olduğu konuda söyleyecek bişeylerim oldu, hayvan değiliz ya, aralarda konuşuyoruz da, aaaa hay allah dostca sohbete başladık , ne olur sonra?

a. hööööyyytttt!!! sen yatılacak kadınımsın.. benimle böyle konularda konuşmaya nasıl cesaret edersin? yat aşağaaa!!


b. vaaayyy sen demek konuşabiliyosun da, dur senin statunu konuşulana çevireyim, bi koşu öbürüne de gideyim de gitsin hazırlansın... öhümöhöömmm...


bela anmak istemiyorum, zaten annem de kızıyor, beddua döner diyor, ama yani el insaf!!!

Perşembe, Ekim 30, 2008

bu kutlama da ne olaki... içi boşaltılmış, yavanlaştırılmış.....dışı cilalanmış , parlatılmış, havai fişeklenmiş cumhuriyetin 85.yıl kutlamalarını seyrediyoruz hep beraber...

keşke inanabilsem bu coşkunun , bu kutlamaları organize edenlerin samimiyetine...

Salı, Ekim 28, 2008

geldik!!

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun...Bu bayrama bloglarımızın haksızca kapatılması burukluğuyla girmediğime çok mutluyum...

Bloglarımıza kavuştuk nihayet, yerinde tepkimize kayıtsız kalamadılar, yapılanın pire için yorgan yakmak, kurunun yanında yaşı da yakmak, işi kökten çözmek(!) olduğunu ve bunun bu işe emek harcayan birçokları için büyük bir haksızlık olduğunu farkettiler...

benimki kişisel bir blog, velevki kişisel olsun;), yine de beni de kapatmaya kimsenin hakkı yok, ama bir de artık bu işi profesyonelce yapan, belki bu işden para kazanan, okurları günde 1000leri bulmuş bloggerlar var...

bir günde, ihbarsız, habersiz, nedensizce bloglarının kapandığını görmek ne kadar üzücü... ben kendi hissettiklerimi tarif bile edemiyorum...

neyse hatadan çabuk dönüldü...

digitürk'un haklı olduğu bir çok konu da yok mu , bence var, kendi özgürlüklerimizi korurken diğerlerinin ticari haklarına, özgürlüklerine de kayıtsız kalmamalıyız.

Oralarda da bir çok insan bu ticari haklardan ekmek yiyor, sadece digitürk kazanmıyor ki, 100lerce çalışanın tek gelir kapısı belki de bu özel anlaşmalarından gelen karlar....

dünyada bir takım oluşumlar var, internet güvenliği, hakların korunması, küçüklerin sanal ortamda korunması ile ilgili vs.

bunun için daha profesyonel bir ekip kurulmalı, bu tarz suçları işleyen bence de cezalandırılmalı....ama sadece suçu işleyen...

ha bu arada , ne suç ne değil.. tanımını yaparken özendiğimiz avrupa birliği insanlarının yaptıklarından ne suç, ne değil , bunlar da örnek alınmalı... kafa kesen baş kıran alilik yapmanın da anlamı yok...

temiz, güvenli interneti ben de istiyorum..

Pazartesi, Ekim 27, 2008

konu bugün ntv de tartışıldı

http://www.ntvmsnbc.com/modules/habervideo/video.asp?CatID=3&cbVideo=8076&cbQuality=1

link veremiyorum, bu adrese girip, olayın detayını dinleyebilirsiniz...

Cumartesi, Ekim 25, 2008

inanmıyorum yaaa...

başımıza gelenden çok, tüm dünyaya rezil oluyoruz diye üzülüyorum...

bizden daha doğudakilerin üzerinde uygulanan baskıları izleyip nasıl küçümsüyorsak bu beyinleri, nasıl acıyorsak bu baskılara maruz kalanlara,

her geçen gün geriye giden bir ülkede yaşayan bizlere de aynı şekilde acınıyor, başımızdakilerin zihniyetleri aynı şekilde küçümseniyor...

itibar kaybediyoruz, küçülüyoruz, eziliyoruz....

açın bloglarımızı, hemen açın...

çok ayıp...

Cuma, Ekim 24, 2008

3 akşam önce Design Turkey dizayn ödülleri gecesine gittim,

birlikte çalıştığımızı endüstriyel tasarımcımız da yarışmaya katılmıştı, hem de katıldığı ürünlerden biri bizim ürünümüzdü.. (fotoğrafda solumdaki ürün..:)

endüstriyel tasarım çok derin bir konu... kabuğu çizilmiş bir ürünün içine mühendislik tasarımını hep birlikte yapıyorsunuz.. uzun toplantılar, defalarca hazırlanan modeller, testler, kalıp yapımı, ilk numuneler, saha testleri, ömür deneyleri, renklendirmeler, artwork çalışmaları ve derken seri üretime kadar uzayan bir süreç.... bu nedenle de aslen tasarımına ödül bile verilmiş olsa, üzerinde bu kadar emeğinizin olduğu bir ürüne ödül verilirken çok heyecanlanıyorsunuz, tasarlanan bir şeyi üretilebilir hale getiren de sizsiniz sonuçta... hele ki bu üründe...

bir çok noktada fikir annesi olduğum bir üründe, ben de kendime bir pay çıkardım bu ödül gecesinden.. ve alkışlarken tasarımcımızı coşkuyla, bir kaç kez de kendim için ellerimi çırptım, kimseye çaktırmadan..;)


gece , Türkiye'de tasarımda nerede olduğumuzu göstermesi açısından çok güzel bir geceydi.. hemen 10 farklı kategoride tasarımcılar ödül aldı, üstün tasarım ödülü ise çok az kişiye nasip oldu...


biz ülke olarak, tasarımın, özgünlüğün farkına yeni yeni varıyoruz ... özellikle bazı sektörlerde... yıllarca esinlenmeyle, firma sahiplerinin eline kalem alıp "dur ben şöyle bişi yapıyım " zırvalamalarıyla geçiştirilmiş tasarım faktörü...


bazı sektörlerde tasarıma bütçe ayıran firma sayısı , koca türkiye'de 3ü 5i geçmez durumda sanki...


ama gelişme yok mu var, her geçen gün daha iyi tasarımcılar çıkıyor, daha özgün çizgiler uçuşuyor ortada...


gelecekde, umarım tasarım konusunda iyiler arasında adı anılan ülkelerden biri oluruz...


bu arada, yarışan ve ödül alan bütün tasarımları "İstanbul Modern antrepo5" de 2 kasıma kadar sergilemeye devam ediyorlar.. konuyla ilgililer kaçırmasın bence...






Pazartesi, Ekim 20, 2008

yazdan kalma bir pazardı... cumartesiyi de pazarı da ailece geçirdik. kızkardeşlerim, annem, en çok da Duru kızımızla... annenin de babanın da nöbetleri haftasonuna denk gelince Duru prensesi de biz kaptık... beyoğlunda, kalamış parkında, suadiye sahilde,evde....hep birlikteydik...









Cuma, Ekim 17, 2008

35 yaş


dün sabah ilk telefonu kociskomdan aldım tabi ki.. evden çıkarken ben daha uyuyordum,daha doğrusu yarı uyuyordum, ama yatağın içinde tıkırtılarını duyup bekliyordum, bakalım hatırlayıp mı çıkacak diye, hatırladı..:) yanağımdan öptü, uyanmış gibi yapmadım..sabah aradı erkenden, ilk ondan duymalıydım tabi, iyi ki bu dünyaya geldiğimi...buna en çok hayat arkadaşım sevinmeliydi... nitekim öyle de oldu...

masama geldim,bir gün önce seminerde olduğumdan gelen mektuplarım masama konmuş, en üsttekini açtım, karşımda bu sertifika...

canım arkadaşım, dostum Nazlı, benim için 5 fidan diktirmiş, bana bunu müjdeliyordu kağıt...

nasıl hoşuma gitti anlatamam... bir yerlerde benim doğumumdan mutlu olan bir arkadaşımın diktiği 5 fidanım var artık, bana fidanlarımın gelişimiyle ilgili bilgi de vereceklermiş.. belli mi olur, belki bir gün görmeye de giderim....

ikinci kutlamam da buydu..

ondan sonra da bütün gün çalışamadım desem yeri var, fona blogumdaki müziği koydum ve bütün gün arayanlarımla konuştum, akşam üstü şirkette benim için yapılan partiye katıldım, eve gittim , oğlumun hediye resmini aldım, eşimin lilyum buketini aldım, annemin bu gece için bir gece önceden İstanbul'a gelme sürprizinin haberini aldım, kardeşlerimin sürpriz doğumgünü pastasını aldım, mumları oğlumla birlikte üflemenin keyfini aldım... anne kokusunu , kardeş kucaklamasını, eş sarılmasını , yavru öpücüğünü aldım...

hayat benden 35 yıl aldı, ben de ondan sevgi, huzur, mutluluk aldım.. ödeştik..:))))

Çarşamba, Ekim 15, 2008

yoksulluk

insanlar tarih boyunca yoksullar, orta halliler, zenginler diye ayrılmışlar..
"yoksulluk kapıya adımını bastırılacak şey değildir" diye bir söz varken nasıl oluyor da bazı insanlar yoksul olabiliyorlar?


üretim kapasitesi düşüktür, istihdamdan daha az iş vardır, iş bulamayan insan yoksul düşer..

ya da

insan odaklı bir yönetim yoktur, gelir adaletsizliği vardır, birileri hep yoksul kalır...

ya da

doğuştan yoksul bir ailede doğmuştur, yoksulluk her konuda karşısına çıkmış, bir türlü çemberin dışına çıkamamıştır.

ya da

varlıklıyken kötü alışkanlıklardan dolayı veya
varlıklıyken doğal afetlerden dolayı herşeyini kaybetmiştir...

bu tanımların hemen hepsinde aslında birey olarak yoksulluk olmadığı, yoksulluğun o bireyin yaşadığı topraklarla da ilgili olduğu fikri çıkıyor...




işsizlik; devlet yönetimi, kaynaklar, aile planlaması vs. gibi alt başlıklarda incelenebilir, hepsi bağlı olduğun devletle ilgili..

insanodaklı yönetim, tam anlamıyla devletle ilgili...

doğuştan yoksul bir ailede doğup bundan bir türlü kurtulamamak, yine insan odaklı bir yönetim ile engellenebilir... itilmiş leylek yavrusu değil de kurtarılması ve hayata kazandırılması gereken bir birey olarak görebilmek gerekir insanları...

bu nedenle yoksullukdan kurtulabilmenin bence birinci kuralı, kuvvetli, söz sahibi,dirayetli, gelecek planlaması yapabilen, topraklarındaki maden, yol, boğaz, tarım, eğitim, üretim kaynaklarını iyi kullanan, zengin bir devlete sahip olmakdan geçer...


bugün Avrupa'da çok fakir bulunmaması bireylerin yoksul olmamak için harcadıkları çabadan çok, devletlerinin zenginliğinden ve milletine sahip çıkabilmesinden kaynaklanmaktadır.



Yoksa aynı çabayı bizim topraklarımızdaki bir çok insan da harcamaktadır, ama sistem karşısında o kadar çaresiz, yanlız ve itilmişlerdir ki çoğu zaman temel ihtiyaçlarını karşılayıp ,insanca ve onurluca yaşayacak kadar bir altyapıyı bile kuramadan hayatlarını heba etmektedirler..

Salı, Ekim 14, 2008

ve amsterdam...

Amsterdam kanallarıyla, kanal üstündeki yüzen evleriyle meşhur..









Arzu'nun evi de bir kanala bakıyor, terasının çok güzel bir manzarası var, yazın ne keyifli bir yerdir kimbilir..kanalları gezerken gördüğümüz evlerden bazıları..




meydana doğru yürüyoruz..
bu da meydandaki çakma süpermen, hormonlu mu desem yoksa..:) ama bir de erene sormak lazım, cümlesini aynen yazıyorum "süpermen(düzeltiyorum, spiderman..;) gerçekden çok kuvvetliymiş anne, kaslarını bile hissettim.."..:)

laleler, lale soğanları da her yerde... bizim yemeklik soğan fiyatına lale soğanları alabiliyorsun..


kahve molalarımızdan biri..




Paşa gibi bir köpeğimiz olsa, aslında ailemiz tamamlanacak gibi görünüyor bu fotodan dimi... çok isterim... ama çok zor,, Arzu'nun ve Vim'in harcadığı çabayı görünce ürktüm açıkcası....


ve dönüş yolu... şirin suratın gülen yüzü birlikte geçirdiğimiz 7 gün boyunca müthiş uyumundan dolayı ona teşekkür ettiğimiz anın karesi...



Madman

bu sene daha hiç bir diziye başlamadım, dert mi, olmaması lazım,ama etrafda bu kadar kaliteli dizi varken en azından birini sezonunda seyretmek istiyorum..:))

60.Emmy ödüllerini seyrederken insanın hiç işim gücüm olmasa da elimde mısır patlağı, gazoz, ayaklarım pufuma uzanmış bayılıncaya kadar şu dizileri seyretsem diyesi geliyor..:)


En iyi drama dizisi ve en iyi senaryoyu MADMAN aldı, dün akşamda 2.sezonun ilk bölümü vardı....retro hislere kapıldım..:) konu da bir yerinden sardı beni.. etrafım reklamcılar, ajans çalışanları ile dolu ne de olsa..:)

sonra geç duydum, ben de takılırdım demeyin, pazartesi akşamları 22:15de e2 de...

Pazartesi, Ekim 13, 2008

amsterdam!


gezimizin son durağı Amsterdam..



Belçikada kaldığımız yer öyle bir konumdaydı ki, 15 dakikada Almanya'da, 15 dakika Hollanda topraklarındaydık. Hollanda'ya geçiş o kadar komik ki, cadde boyunca yan yana dizilmiş evlerin arasından giderken, duvarları birbirine yapışık 2 evden birinin duvarında "Hollanda'ya hoş geldiniz" tabelası asılı... bizim komşularımızla sınırlarımızı düşünüp düşünüp içlendim, hep sorun hep karmaşa...

Arabayla yola çıktık, şu tomtom var ya, müthiş bir alet, adresi yazıyorsun, akıllı bıdık bir gram şaşırmadan gitmek istediğin yerin kapısının önüne kadar bırakıyor...


Maastrich tren istasyonundan atladığımız gibi bir trene, 2saat sonra Amsterdam'daydık....3 yıl olmuş nerdeyse...canım dostumun Amsterdamdaki evine nihayet gidiyoruz...inanamıyorum.. rüya gibi...hele bir de bizi tren istasyonundan karşılayışı, ses tonunu bile özlemişiz.. telefondan gelen sesle aynı değil sanki...canım benim...

evlerine doğru yol alıyoruz.. Eşi Vim'le gelmişler bizi almaya.. herkes hafifden gergin, yani ben kendim için değil de Eren için, Koray da kendisi için endişeli..:) sorun Arzuların köpeği.. Eren sürekli kutu içinde beyaz küçük bir köpek hayali kuruyor, ben de onu korkutmadan hazırlamak için siyah ve biraz daha büyük diyorum.. bir türlü anlaşamıyoruz.. beyaz ve küçük şirin köpekde ısrarlıyız..



kapıyı açıyoruz, ve paşa karşımızda...bizi koklamak için etrafımızda fır dönüyor, bizimkiler beyaza çalmış renkleriyle durakalmışlar, e hadi tamam biraz ben de tabi..:)

neyseki Arzu hemen bir eğitim şov yapıyor, hayvancağızın müthiş güzel komut aldığını, ne denirse harfiyen yaptığını anlıyoruz da, biraz sakinliyoruz..

buna rağmen ilk sabahki kahvaltıda Erenin hayatımda ilk defa hiç yerinden kımıldamadan kahvaltı yaptığına şahit olduk diyebiliriz...:)

ilerleyen günlerdeki halimizde yukarıda.. ilk fotoğrafdakinin aksine bu seferde paşa Eren'in eziyetlerinden bayılmış durumda, çünkü Eren öğrendiği bütün konutları arka arkaya sıralıyor, akıllı hayvan da ne denirse yapıyor ama perişan bir halde artık..:)))

Arzuyla nasıl özlemişiz birbirimizi.. önce biraz tutuk tutuğuz, ama sonra bir açılıyor pir açılıyoruz..... bol bol sohbet, muhabbet, kah dertleşme, kah gelecek planları.....konuşmaya doyamıyoruz...

bir yandan da uzun, süper lezzetli kahvaltılar mı dersin,
Beulings fransız restaurantında çok şık bir akşam yemeği mi(tekrar teşekkürler canısı),


hele evdeki endonezya yemeklerini arzunun kendi elleriyle yaptığı gece mi...
işte mutfağın prensesi ;) ve yakışıklı damadımız Cem abi( Hollandalı ve adı Vim ama, Eren ısrarla ona Cem abi diyor ve ısrarla Türkçe konuşuyor, konuşması dert değil de bir de cevap bekliyor..:)))
bu da dostunun evinde, onun elinden pişmiş yemekleri yiyip, keyfe gelmiş blog sahibinin keyif karesi..:)



devam edecek, şimdi oğluma kitap okuma saati.. :)

ben katılacağım

Galata'da şenlik var

Perşembe, Ekim 09, 2008

Brugge



Nerede kalmıştık...

Güzel bir seyahatle Belçika'ya ulaştık, arkadaşlarımız maaile bizi karşılamaya gelmişlerdi...
Sohbet muhabbet 1 saat sonra evlerindeydik..Çocuklarımız uzun zamandır birbirlerini görmüyorlardı ama eve geldikten 10-15 dakika sonra çocuk odası bu haldeydi.. çocukların yalın, hızlı, dolambaçsız ilişkilerini her zaman imrenerek seyretmişimdir zaten...
O geceyi arkadaşlarımızın yeni hayatlarını dinleyerek, Türkiyedeki hayatlarıyla farklarını sohbet ederek geçirdik.. güzel bir yemek, defalarca hazırladığımız kahveler eşliğinde...

Sabah erkenden yola çıktık.. Rotamız Kuzey'in Venedik'i diye bilinen, romantik şehir Brugge dü..
Son 2-3 yıldır o kadar çok şey okuduk, o kadar çok tavsiye eden arkadaşımız oldu ki burayı..
O heyecanla, neredeyse 2,5 saatlik yol bir çırpıda geçti gitti..




Dar sokaklar, kanallar,kanalın iki tarafındaki tarihi tuğla evler, çiçekler, çikolata dükkanları, danteller, güçlü atların çektiği faytonlar,bisikletliler, kanala bakan kafeler, yeşilin her tonu ile gerçekten de çok güzel, çok romantik bir şehir brugge..







bu kadar güzel korunmasını biraz İngilizlere borçlularmış..İngilizler burayı o kadar beğenmişler ki hemen hemen yarısını satın almışlar...Ve aldıkları binaların restore adı altında orjinalliğini kaybetmesine izin vermemişler.. Bir çok Belçikalı bu sebeple İngilizlere şükran duyuyormuş..




Bruge aynı zamanda bira konusunda da ilginç bir yer.. çok çeşitli biraları var.. iki tane de bira fabrikası var, fabrikayı gezip sonra da bahçesinde keyifle tadım yapabiliyorsunuz.. yani biz yaptık, siz de giderseniz yapın derim..:)



Yanınızda bu işi bilen biri yoksa bira seçimi yapmak çok zor..o kadar çok çeşit var...

Bu durumda benim yazacaklarımı aklınızda tutmaya bakın..:)

Biralar tadına, rengine, aromasına, alkol oranına, bazen de içtiğiniz bardağın özelliğine göre farklılaşıyor. Rengine göre olan çeşitleri blanche, blonde, dark, brown, red, golden, amber diye sürüp gidiyor. Blanche en farklı olanlardan biri, limonlu beyaz bira...

Bir de aromasına gore ayrılan biralar var ki bunlardan da vişne(kriek diyorlar) tavsiye edilir! Diğer çeşitleri ise frambuaz, elma, çilek, şeftali vs...


Ha tabi bir de biranın yanında kesin belgium fries yiyin, ama sakın isterken french fries demeyin, kızıyorlarmış.. zaten french den de çok farklı, çok daha lezzetli patates kızartmaları... üstüne sos seçmek de zor iş, dedim ya bilen biriyle gezmek çok rahat oldu bizim için..:)


meydan hatırası bir foto çektirmeden de olmazdı.. onu da yaptık ve akşam yemeği ve kısa bir gezi için Gent e doğru yol almaya başladık...